“AMAN ALLAHIM! BURASI MEDÎNE!”
Nihayet onu güzel sona ulaştıracak bir kervandaydı Selman. Kervanda yolculuk esnasında bazı zalim kimseler Selman’ı bir Yahudi’ye köle olarak sattılar. Ben engel olmaya çalıştım. Ama hiçbir şeye müdahale edemiyordum. Sadece izleyebiliyordum. Fakat Selman köleliğe aldırmıyor, devamlı rahibin anlattıklarını düşünerek heyecan içinde yaşıyor, sıkıntılara aldırmıyordu. Son Peygamberi bulmaktı tek gayesi. Başka hiçbir şeyi gözü görmüyordu. Günler sonra bir başka Yahudi tarafından satın alınarak hurmalık bir yere getirildi. Selman burayı hemen tanımıştı. Aman Allahım!.. Burası Medine’ydi… Selman’la birlikte ben de heyecandan ölecek gibiydim. Bu nasıl bir kaderdi böyle!? İşte Allah Selman’ı Resûlüne (asm) getirmişti artık.
Yıllar süren beklemeden sonra, Peygamberimizin Medine’ye göç ettiğini duyan Selman hemen yanına bir miktar hurma alarak Resûlullah’ın (asm) huzuruna koştu ve elindeki hurmaları “Yanımda biriktirdiğim bir miktar sadakam var” diyerek peygamberimize (asm) sundu. Niyeti rahibin anlattıklarına göre O’nun son peygamber olup olmadığını anlamaktı. Peygamberimiz (asm) ise; hurmaları aldı lakin kendi yemeyerek arkadaşlarına dağıttı. Ve bir gün tekrar bir yolunu bulup Peygamberin yanına gitmişti. Bu sefer hurmaları hediye olarak verdi. Resûlullah (asm) hediye olarak getirilen yiyecekten “Bismillah!” diyerek yedi ve arkadaşlarına da verdi. İşte artık düğümler çözülmüştü. Bu Zat (asm) sadakadan yemeyip hediyeyi kabul ettiğine göre, son gelen Peygamberdi.
PEYGAMBERLİK MÜHRÜ
Yalnız Selman’da çözemediğim bir dalgınlık vardı. Hala içi tam rahat değil gibiydi. Bir yandan bir köle olarak efendisine hizmet ediyor, bir yandan da sürekli düşünüyordu. Çünkü daha Peygamberimizin sırtındaki peygamberlik mührünü görememişti, nasıl göreceğini düşünüyordu anlaşılan. Öyle ya sırtını açıp da bakacak değildi. Selman böyle ne yapacağını bilememek içinde ve karamsar bir haldeyken, peygamberimizin vefat eden bir arkadaşının cenazesi için geldiğini haber almıştı. Hemen yanına koştu. O kadar hızlıydı ki ona zor yetişebiliyordum. Selam verip Peygamberimizin arkasına geçmek istedi.
Resûlullah (asm) Selman’ın meraklı ve telaşlı halini sezdi ve elbisesini sıyırarak sırtındaki peygamberlik mührünü görmesini sağladı. O’nun mübarek sırtında o mübarek mührü gören Selman hemen Peygamberimizin ayaklarına kapanarak hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Bense gördüğüm bu manzara karşısında ne yapacağımı bilemez bir haldeydim. Ben de peygamberimizin ayaklarına kapanıp ağlamak istedim, ama utandım. Selman O’na ulaşmak uğrunda öyle zorlukları göğüslemişti ki, böyle bir yakınlığı, o mübarek ayaklara kapanma şerefini hak etmişti. Ya ben!!?…
PEYGAMBERİMİZİN HAYATINI OKUMAK
Düşündüm, şimdiye kadar peygamberimi aramak uğrunda, bulmak uğrunda ne yapmıştım acaba!? Bu uğurdaki aşkıyla Cennet’in bile hasretini çektiği bir Selman olmuştu o. Ben ise Selman gibi şehir şehir dolaşmak, cefa çekmek, köle olup satılmak şöyle dursun kitaplığımın rafında duran “Peygamberimizin Hayatı” kitabını bile elime almaya çoğu zaman üşenmiştim. Şimdi nasıl yanlarına gidebilir, nasıl o mübarek ayaklara kapanabilirdim ki.. Ben de mahcubiyetle bulunduğum yere yığıldım ve orada ağladım.
Artık ayrılık zamanı gelmişti. O kadar zordu ki buradan, bu güzel insanlardan ve Peygamberimizden ayrılmak. Uzaktan da olsa Peygamberimizi izlemek çok büyük mutluluk vermişti bana. Eve dönünce ilk işim; “Bana Rabbimi anlatan Peygamberimi tanımak olacaktır”, dedim. Vedalaşmak için yanlarına varıp ellerini öpmek istedim, ama ne yazık ki ben bir hayaldim...
{İrfan Mektebi dergisinden..}